“Ben, babamın anlattığı Kanadı Kırık Kuş hikâyesindeki
hüzünlü serçeyim.”
Ben, Ali oğlu Muhammed Şemseddin! Yani dinin güneşi.
Tarih beni “Emir Sultan” diye bildi. Oysa ben kendimi ne güneş bildim ne de Emir. Çünkü kalbime söz geçirecek takati de yönümü ışıtacak güneşi de yitirdim.
Kimse bilmedi güneşim nerede battı, takatim ne vakit tükendi. Göğsümde saklı el değmemiş ızdıraplarla, acımasız bir poyrazın elindeki kanatlarımın ne vakit kırıldığını kimse bilmedi!
Attığım her adımda içime saplanan hıçkırıklar bedenimi mesken bildi. Oysa benim varıp sığınacağım bir gölgem bile olmadı. Bu yüzden bedenimle yola çıkmadım. Çünkü yokluk yolu varlıkla varılmaktan çok uzaktı. Varmanın ne olduğunu bilemedim lakin yanmanın ne olduğunu iyi bildim.
Satırlar beni onca acıyan yanıma rağmen ballandırarak anlatsa, türlü türlü kerametlerimden övgüyle bahsetse, bende koskocaman marifetlerin olduğunu belletip beni hayatımda hiç varmadığım makamlara yüceltse de ben, sahip olduğu tek güzelliği dedem Resulullah’ın torunu olmaktan ibaret olan, Buharalı, bağrı yanık bir derviş ve babamın anlattığı “Kanadı Kırık Kuş” hikâyesindeki hüzünlü serçeyim.