Ne çok konuşuldu, ne çok yazıldı, ne çok yıpratıldı aşk. Çiğnendi kirli ağızlarda. Dişledi çamurlu sözler. Kırdı dallarını heva ve hevesler. Temizlendi şairler aşkla. Arındı kalp taşıyanlar aşkın bağrında. Sultanlar taçlandı. Esirler sıyrıldı prangalardan. Varlık, varlık kazandı. Yokluk borçlandı aşka. Kitaplar, hikâyeler, şarkılar ondan başka bir malzeme kullandığında eksik kaldı. Ona uğramayan sözler parlak değildi. Onun konu edilmediği mevzu, mevzi dışıydı.
Yeryüzünde tanımı en çok yapıldığı sanılan kavram aşk… Zira tanımı mümkün olmayan. Aşkın bir tarifi yok. Tarifine hacet de yok. Söze şöyle devam etmek daha doğru; mümkün olan bütün tarifler, tarifini aşka borçludur. Bütün tarifler aşk sayesindedir. Artan ama azalmayan bir kavramdır aşk. Azalmak; çok’tan geriye kalandır. Artan ama çoğalmayan bir kavramı parantez içine almak akıl işi değil. Bir tarife sıkıştırılmış olan aşk değil, ancak aşktandır. Aşk sayesindedir.
1981 yılına kadar adı anılmadı.
Aynı yıla kadar onun da kimsenin adını andığı görülmedi.
Sonra bir gün “Leylâ” demeyi öğrendi.
Leylâ diyor olmanın, Leylâ demek kadar kutsal olduğunu da...
Sahnelerde görüldü.
Mikrofona konuştu.
Televizyon programlarından önce, “İşimi güzelleştir!” diye dua etti.
Gurbeti gördü, onu yaşadı.
Sevdikleri ile ikiz acılar taşıdığını fark edince, kelimelerle tanıştı.
Hiç karalamadı, kelimeleri parlatmanın daha insanî olduğuna inandı.
Huzursuz yaşadı.
Şaşırmayı sevdi.
Ölüme duyarsız kalışlara hep şaşırdı.
Şimdilerde, kendi nefesinin nöbetini tutuyor.
Perde kapanıncaya kadar “ölümlüyü” oynuyor.